10 Ağustos 2010 Salı

Batı Ekspresi


Esen rüzgar, bizi bu sefer Avrupa'nın batısına doğru savurdu. Lyon'da başlayan yolculuğumuz sınırlar aşarak devam etti. İlk günlerde sıcak, güneşli günler yaşadıktan sonra serin hava dalgasının tüm Avrupa'ya yayılmasıyla biz de kah ürperdik, kah üşüdük. Temmuz'un son haftasından itibaren ise epeyce serin-yağışlı günler yaşadık. İstanbul ile yaptığımız görüşmelerde hep o serin havanın kıymetini bilmemiz önerildi; biz de öyle yaptık ve tüm önlemlerimizi alıp kendimizi tüm hava koşullarına rağmen her daim dışarı attık. Fotoğraflar o günlerin yansıması...


Kimi gün yağmura yakalansak da çok keyifli günler geçirdik. Bu gezimizde bize mihmandarlık eden çok eski dostlarımızın varlığı bizim için bulunmaz bir nimetti. Ki kendileri bir önceki kuşaktan beri yurtdışında eğitim gören ve oradaki kültürel verileri çok iyi değerlendiren bir aile olmaları dolayısıyla bize inceliklerle örülü bir gezi programı oluşturarak gezimizin son derece renkli geçmesine büyük katkıda bulundular...


Serap ve ailesi; annesi Güven Hanım ve eşi Gencer Bey sıra dışı konukseverlikleriyle bizi son derece keyifle ağırladılar. Gezi programımızı oluştururken de Güven Hanım'ın ilk gençlik yıllarından beri Münih'te yaşaması ve kültür hayatının izlerini çok iyi takip eden bir kimse olması bizim gezimizi inanılmaz güzelleştirdi.


Gezimizde birçok kez trenle veya arabayla sınır ötelerine geçip, bize eşlik eden güzel mihmandarlarımızın önerileriyle, görülmeye değer yerleri keşfetmeye çalıştık. Kimi zaman saray bahçesinin ardında yer alıp, kilometrelerce devam eden korunun içinde yürürken aniden karşımıza çıkıveren nehrin üzerindeki tarihi sütunlu köprü nefesimizi keserken; kimi zaman nehirde süzülerek yüzen bir kuğu, zerafeti ile aklımızı başımızdan aldı.


Yine korudaki yürüyüşümüz sırasında önümüzde beliriveren küçük av köşkü inceliklerle örülmüş bezemeleriyle bizi mestetti. Bavyera Prensi'nin eşi Amalia için 1734'te inşa edilen Amalienburg köşkü, Fransız sanatçılar tarafından Rokoko üslubunda bezemelerle süslenmiş.


Görece sade bir dış cepheye sahip av köşkü, dört bir yanını çevreleyen Fransız kapıları ve iç mekanda kullanılan devasa aynaların etkisiyle ışıl ışıl bir mekan haline gelmiş.


Rokoko tarzının en iyi örneği kabul edilen bu yapının güzelliği bizi gerçekten çok etkiledi. Akşam saatlerinde çıktığımız yürüyüş sırasında karşımıza çıkıveren av köşkünü keyifle gezdik; gerçekten görülmeye değer bir yapı...


Av köşkünden çıkıp yürüyüşümüze devam ederken nehrin kıyısında bu kez yine bizi şaşırtan bir yapı ile karşılaştık: Bu yapı, Nymphenburg Sarayı için inşa edilen vaftiz sunağı imiş. Sunağın silüetinin düştüğü sulara, kuğunun silüetinin karışmasına tanık olmak güzeldi. Kuğuyu birçok kez daha, çok farklı mekanlarda görme imkanı bulduk.


Gezimiz sırasında kaç kez trene atlayıp sınır ötelerine gidip geldik bilinmez... Trenin seyri sırasında sağa sola koşuşturan tavşan ve ceylanları görmek çocuklar için olduğu kadar bizim için de inanılmaz bir coşku kaynağı oldu. Yine bir gezimizde, Füssen'e gitmeyi kararlaştırdık. Füssen "Alplerin Kapısı" olarak tanımlanan; Avusturya sınırına yakın bir yerleşim birimi. Trende yerimizi alıp Bavyera kırsalına açıldığımızda yeşilin binbir tonunu yansıtan çayırlara, ağaçlara ve kırmızı derin çatılı evlere bakarken; Alpler'in tertemiz havası ve berrak gökyüzündeki inanılmaz pamuksu bulutlar dikkat çekiyordu...


Füssen, ünlü Romantik Yol'un en güneyinde yer alan; Orta Çağ esintileri taşıyan şirin bir kasaba... Füssen'e gitmeyi planlamamızın en büyük sebebi, önceden fotoğraflarını görüp hayran olduğumuz Neuschwanstein Şatosu...

Şato, Füssen'in merkezine yaklaşık 4 km uzaklıkta. Otobüslerle yapılan 10 dakikalık bir yolculuğun ardından Hohenschwangau köyüne ulaşıyorsunuz. Burada şatoya giriş için biletinizi alıp rezervasyon yaptırıyorsunuz. Bizse; 15.00'da varmamıza rağmen, ancak en son seans olan 18.30'a alabildik randevumuzu...


Rezervasyonunuzu yaptırdıktan sonra Alp Gölü etrafında ufak bir tur atıp dilerseniz yürüyerek, dilerseniz otobüsle devam edebiliyorsunuz yola. Konforlu ve nostaljik bir yolculuk yapmak isterseniz, faytonla da çıkabiliyorsunuz Neuschwanstein Şatosu'na.


Neuschwanstein Şatosu, özellikle dış cephesi itibariyle insana bir peri masalındaymış hissi yaşatan eşsiz mekanlardan biri... Dünya Mirası Listesi'ne kayıtlı bu şato, Alp Dağları'na sırtını yaslamış durumda ve silüetiyle ünlü Disneyland'a da esin kaynağı olmuş.

Şatonun tüm ihtişamıyla görüntülenebildiği yer işte şu köprüsünün üstü... Köprü, metrelerce yükseklikteki konumunda fotoğraf çekenlere, salınımlara eşlik etmede... Aralıklı tahtaların arasından altından çağlayarak akan nehri de görebilmenize olanak sağlıyor. Kimi konukların bu yükseklik ve esneme sebebiyle olsa gerek köprüye çıkmaktan sakındıklarını gördük; bu sebepten, yalnızca, keyifle fotoğraf çekenleri izlemekle yetindiler. Ama şatonun manzarasının bu noktadan inanılmaz derecede çekici olduğunu da ekleyelim.


Kral II. Ludwig, besteci Wagner'in onuruna yaptırmış bu şatoyu. Ama çok genç yaştaki ölümü nedeniyle II. Ludwig, çok uzun süre hüküm sürememiş bu şatoda; bundan dolayı Wagner'in, onuruna yaptırılan salonda konser vermesi de mümkün olmamış.

Şatoda kuğu motifinin birçok yerde kullanıldığına tanık oldum: kapı kollarında, duvarlarda ve tavanlarda süs unsuru olarak; kuğu formunda saksı olarak -son derece görkemliydi-, koltukların kolçaklarında, musluk olarak...

Yaklaşık yarım saat süren şato gezisinden çıkıp Füssen'e inmek için hızla hareket etmemize rağmen 4-5 dakika fark ile trenimizi kaçırdık. Neyse ki gruptaki tüm elemanlar bundan bile mutluluk çıkarmaya hazırdı; batan güneşin ardından istasyonda, trenin akşamın kızılını yansıtan renginde soluklanıp; ardından aheste bir şekilde Füssen sokaklarının keşfi...


Dinlenmek üzere mola verdiğimiz parkta; kızı ve torunlarıyla birlikte rastladığımız hanımefendi bizi "merhaba "diyerek karşılayınca epey bir şaşırdık. 39 yıl önce, aslen Safranbolulu olan ailesi Füssen'in havasını, iklimini, coğrafyasını Safranbolu'ya benzettikleri için ailesinin burada yaşamaya karar verdiğini; bu seçimden dolayı da son derece memnun olduklarını söyledi. "İstanbul'da yaşayamazdık biz; çok yoğun ve yorucu bir şehir. Burası bizim Karadeniz'e benziyor; yeşil, sessiz, sakin... Hem çocuklarımız gecenin 12'sine kadar korkusuzca dolaşabiliyorlar kentin sokaklarında..." derken şehirde yüksek eğitim imkanın da olduğunu; 2 yüksek okulun mevcut olduğunu ekledi. Vedalaşıp ayrıldıktan sonra bir şeyler yemek üzere kentin merkezine doğru ilerledik. Kimimiz İtalyan dondurması yerken; kimimizin payına da kavunlu dondurma ilave edilmiş özel yapım cappucino düştü!


Sadece tarihi mekanlara gezilerle sınırlı değildi elbet seferlerimiz... Kimi gün de elimizde fotoğraf makinemiz; bizim coğrafyamızda da boy gösteren çiçeklerin peşine düştük. Renkler zaten her daim çekiyor kendine.




Strasbourg'a giderken; Konstanz civarında rastladığımız bu çiçekçiden ufak bir demet çiçek aldık. Kırlardan o an toparlanmış tohumlu bir bitki idi; tek bir güle eşlik eden... Çiçekçi, seçimimi onaylayıp önümüzdeki güz, tohumları ekersem çiçekleri bahçemde de görebileceğimin müjdesini verdi. Bakalım bizim coğrafyamızda yaşamını devam ettirebilecek mi bu tohumlu bitki...


Bir diğer gezimiz de Salzburg'a oldu. Salzburg, büyükler için olduğu kadar çocuklar için de keyifli mekanlardan...


Hellbrunn'daki yazlık sarayın bahçesinde yer alan su oyunları ve mekanik tiyatro son derecede enteresandı. Su oyunları bölümünde, umulmadık yerlere gizlenmiş aniden üzerimize fışkıran sular, bizleri o sıcak günde epey serinletti. Bu, ziyaretin en keyifli kısmıydı. Mekanik Tiyatro bölümüne gelindiğinde ise- sistem çalıştırıldığında- suyun itici gücü ile sahne içinde hareket etmeye başlayan figürler şaşırtıcı,dinamik bir görsel şölen sunuyor.. Mekanik tiyatro ve su oyunları merkezi, Avrupa'nın en seçkin örneklerinden biri olarak kabul ediliyor.


Mozart'ın doğduğu ve birçok eserini verdiği kent olan Salzburg'da ise, orjinallikleriyle karşımıza ince bir zevki yansıtan çok sayıda kapı çıktı. Her biri birbirinden albenili; üzerinde yılların izini taşıyan...




Salzburg'un en işlek caddelerinden birindeki bu kapının üzerindeki şu yazıda da; bu evde yaşayanların ve sokaktan geçenlerin korunmasını talep eden bir ibare yer alıyor...


Bu binanın dış cephesinde göze çarpan -belki yüzlerce yıl önce resmedilmiş- iplikten kumaşa geçişin izlerini yansıtan freskler ise, yapıya son derece canlı bir kimlik vermiş. Geçmişte belki bir kumaş tüccarına ait olan bu yapı, bugün de asli amacına uygun bir işlev görerek bir modaevine dönüşmüş. Bezemeler de, hala canlılığını koruyarak adeta bir dönemi belgeleyen sanat eseri hükmünde...


Salzburg'da hemen gözümüze çarpan turistlerin ulaşımında kullanılan faytonlardı. Son derece bakımlı, temizlerdi. Atlardan arta kalanların hemen harekete geçen motorlu araçlarla süpürülüp temizlenmesi; atların çevreyeye vermesi muhtemel rahatsızlığı anında bertaraf ediyor.


Salzburg'a gelindiğinde hemen göze çarpan unsurlardan biri de, hiç kuşkusuz kentin ayrılmaz parçası olan bir zamanların "dükkan"ı, bugünün "mağaza"larının girişinde asılı duran tabelalar... Bu tabelalar, her esnafın ürettiği ürünü gösterir bir simge olarak tasarlanıp uygulanagelmiş yıllarca... Esnafın ürettiği mal, verdiği hizmet ne ise; onu temsil eder bir obje ile temsil edilip gösterilmiş. Şimdi, çoğu ünlü markalara işaret ediyor...


Gittiğimiz her yerde gözüm her daim peynirleri aradı. Çok çeşitli peynirleri birarada görme ve tatma şansımız oldu. Peynir türlerinin çeşitliliği büyük zenginlikti...




Sadece Fransız peynirleri değil; İtalyan, Alman, hatta İspanyol peynirlerini birarada görmek ve satıcılardan peynirlerin özelliklerine dair bilgi almak son derece faydalı oldu.


Hektarlarca açık alan üzerine kurulu HellabrunnTierpark -Hayvanat Bahçesi- gezisi özellikle çocuklar için son derece keyifli oldu. İsar Nehri'nin kıyısında yer alan Tierpark'ta hayvanlar son derece doğal ortamlarında hayatlarını sürdürürken; onları gözleme şansınız oluyor. Üstelik bu hayvanların hayatını zorlaştırıp; onları sıkıntıya sokan dar bir mekanda bulunmaları pahasına olmuyor. Onlar günlük yaşamlarını sürdürürken bir anlamda hayatlarına konuk oluyorsunuz.


Ağacın üzerinde serilip yatan -nasıl başardıklarına hayret etmemek mümkün değil- kızıl pandaların keyfine diyecek yoktu... Ağacın dallarıyla -neredeyse- bütünleşmiş halleri görülmeye değerdi.


Bir başka günün programı ise; yaban mersini tarlasına gidip meyveleri dalından koparıp sepetlerimizi yaban mersinleriyle doldurmak olarak belirlenmişti. Öğlen sıcağında tarlada olmanın hiç de kolay olmadığını söyleyebilirim. Ama yaban mersininin olgunlaşırken girdiği bir kaç tonu bir arada ve dalında görmek son derece güzeldi. En olgunlarından ziyede, eflatunumsu bir ton taşıyan; tadı biraz daha ekşi olan yarı olmuş yaban mersinleri -heidelbeere- benim favorimdi. Tarlanın kuralları gereği toparladığınız meyvelerden istediğiniz kadar yiyerek topladığınız diğerleri için de kişi başı en az yarım kilo kadar meyve toplamış olmanız bekleniyor sizden; ardından topladıklarınız tartılıyor ve karşılığını ödeyerek çıkıyorsunuz tarladan...


Çiçekleri sabit pazardaki çiçekçilerde bol bol görme şansımız olduğu gibi, botanik bahçesine giderek; farklı coğrafyalara ait birbirinden oldukça farklı bitkilerin, farklı türde çiçeklerin nem ve ısı dereceleri ayarlanarak; birbirlerinden camekanlarla ayrılmış olan bölümlerde yetiştirildiğini görme şansımız da oldu. Nymphenburg Sarayı'nın bahçesinin bitiminden itibaren başlayan botanik bahçesi, 22 bin hektar alana yayılmaktaymış. Tropik orman bitkileri, sukulentler oldukça egzotik bitkilerdi. Botanik bahçesi sınırları içinde, nilüferlerin yüzdüğü bir de gölet mevcuttu.


Çocuklarımızın da iki günlüğüne katıldığı bir etkinlikten bahsetmek istiyordum. Münih Belediyesi tarafından finanse edilen bu çalışmada çocuklar;fuar alanı benzeri geniş bir alanda, reel hayatın örneği bir programı sürdürüp kendi kararlarını vererek;çalışıp-"MiMü"olarak adlandırılan- para kazanıp,bunu diledikleri gibi tasarruf ederek karar verme,insiyatif kullanma becerilerini,herşeyden önemlisi "çalışma"becerilerini geliştiriyorlar. Ancak bu etkinliğin ayrıntıları ve benzeri bir etkinliğin Türkiye'de uygulanılabilirliği üzerinden bir yazı sanırım bir başka yazının konusu olabilecek denli uzun olacak. Etkinlik alanından bir fotoğraf, konu ile ilgili belki bir fikir verebilir.

8 yorum:

Tijen dedi ki...

Ooooh muhteşem bir gezi olmuş. Pek özendim. Hele de sihirli kelimeyi duyunca: "ürpermek" Klimasız soğuktan ürpermek zamanı geldi galiba...

Süt Dilimi dedi ki...

Dolu dolu bir geziydi gerçekten... Sizin ada serüveniniz de imrenilmeyecek gibi değildi;haksızlık etmeyelim :))

ulfetsengul dedi ki...

Merhaba,
İlgi ve beğeniyle yazılarınızı okuyorum. İzlenimlerinizi paylaştığınız için teşekkürler. Bilhassa gezi yazılarınızın devamının gelmesini diliyorum.
Gezdiğiniz yerlerin tarihçelerini de bize aktarırsanız çok memnun olurum.
Usta bir elden çıktığı belli olan fotoğraflarınız ise, mekân ile aramızdaki mesafeyi kısaltıyor.
'Yediğin içtiğin senin olsun, bana gezdiğini-gördüğünü anlat derler' ama, peynirler de dikkat çekici ve iştah açıcı görünüyor.
Ayrıca bir şey eklemek istiyorum. 'Süt Dilimi' çok hoş bir isim olmuş.
Selâmlar...

Süt Dilimi dedi ki...

İlginize çok teşekkürler...İltifatlarınız motive etti; hemen bir gezi planlamamam gerek:)

Mehtap Pasin Gualano dedi ki...

Neuschwanstein Şatosu, harry potter filmindeki gibi... Aslinda butun fotograflar cok guzel ama en cok cicek ve yiyecek fotograflarini sevdim, buyutup duvara asilacaklardan...

Süt Dilimi dedi ki...

Beğeniniz beni çok mutlu etti; inceliğiniz... Fotoğraf çekmek benim için çok büyük bir keyif kaynağı... Bu yansıyabiliyorsa ne mutlu bana...

Bugday Tanesi dedi ki...

Merhabalar,
Blogunuzu yeni izlemeye başladım ve fotoğrafları görürü görmez yorum yazmam gerekiyor dedim.Ben Almanya'da doğdum ve birinci sınıfı orda okudum.Hala her sene giderim ve Neuschwanstein Şatosuna 14 yaşım ile gitmiştim. O sıra insanın kafası başka şeylere çalıştığı için oranın büyüsünü hissedemediğimi düşünüyorum ve muhakkak tekrar gitmek istiyorum...
Ama yine de çok güzel bir gezi olmuştu.Eminim siz de çok büyük zevk almışsınızdır....
Tanıştığımıza memnun oldum :)

Süt Dilimi dedi ki...

Teşekkürler Buğday Tanesi... Başlangıçta rengini hissedemeyeceğimi düşünmüştüm ama ardından çok keyifli, dolu dolu bir gezi oldu. O ruhu her daim hissedebilmeyi diliyorum; hepimiz için bu dileğim... Ben de memnun oldum: hoşgeldiniz!