30 Ağustos 2010 Pazartesi

Peynir Tabağına Bir Bakış...


Çok zengin tarihsel bir arkaplana sahip olan ve ilk çağlardan beri insanların gönlünü fetheden Brie, ismini üretildiği Fransız kasabasından alan bir peynir türü... Kabuğunun beyaz-kadifemsi dokusu onu görünümüyle de özel kılmakta.


Brie; 400'den fazla Fransız peynir türü arasında en popüler olmakla beraber, tanınan ve sevilen bir peynir çeşidi olarak ön plana çıkmıştır. Çok yumuşak, pürüzsüz ve kremsi kıvamdadır. Kaynaklara göre Fransa imparatoru Şarlman'ın (742-814) çıktığı bir sefer sırasında rastladığı bir manastırda yemek yemek istemesiyle ilk kez karşılaşmaktayız Brie peyniriyle. Bir keşiş tarafından Şarlman'a sunulmuş olan bu peynirin, Brie peynirinin ilk örneği olduğu düşünülmekte...


Şarlman, Brie peynirini çok beğenir. Kralın peynirin dış kısmını ayırarak yediğini gören keşiş, daha hoş bir lezzet için, dışındaki kabuk kısmı ile birlikte yemesini önerir Şarlman'a... Peyniri keşişin önerdiği şekilde yiyen kral, Brie'nin bu şekildeki tüketimini çok beğenerek sarayda yıllık olarak tüketilecek külliyetli miktarda Brie siparişi vererek ayrılır manastırdan. Kralın beğendiği bu lezzet, kısa sürede insanların da tercihi haline gelir haliyle... Brie Peynirinin serüveni burada kalmaz elbet... XVI. Louis'nin ölüm döşeğinde son arzusunun "bir lokma Brie peyniri" olduğu söylentisi kulaktan kulağa yayılır. Brie Peyniri tam da bu yüzden olsa gerek "kralların peyniri" ve "peynirlerin kralı" olarak anılmaya başlar.


"Brie de Maux" diye de bilinen Brie Peyniri, 400'den fazla çeşidi olduğu bilinen Fransız peynirleri içinde en tanınmış olanlarından biridir. Popülaritesi 1800'lerde yapılan bir yarışmaya bağlanmaktadır. Viyana kongresi (1814-1815) sırasında bir grup diplomat "en kaliteli peynir" sıfatının hangi ülkenin, hangi yerel peynirine ait olduğu konusunda ciddi tartışmalara girerler. Sonuç olarak Brie'nin başarısında hemfikir olurlar. O gece "Kralların Peyniri" olarak anılan Brie de Meaux, tüm peynirleri ezer geçer ve birinciliğe yerleşir. Ayrıca, Brie peyniri 2000 ve 2001 yıllarında Ulusal Yarışmada altın madalya kazanarak ününü perçinlemiştir.


Brie peyniri, pastörize edilmemiş yarı yağlı inek sütünden imal edilmektedir. Böyle olmakla birlikte birçok ülkede farklı özellikteki süt ve malzemelerle de Brie üretilmektedir ve farklı isimler alabilmektedir: Düz Brie, Otlu Brie, Çifte Brie, Üçlü Brie gibi... Ceviz, meyve ve otların çeşitli kombinasyonları ile buluşunca benzersiz tadına ulaşmaktadır.


Yaklaşık 20 cmlik bir Brie için yaklaşık 25 lt süt gerekmektedir. Brie'nin yapımında izlenen yolun ilk basamağında; rennet eklenme aşamasında sütün 37 dereceyi aşmayacak şekilde ısıtılması gerekir; bu peyniri pişmekten korur. Bu aşamada, delikli kepçeler yardımıyla kalıplara alınan teleme, 18 saat boyunca süzülmeye bırakılır. Süzülmenin ardından yüksek kalitedeki sütün kullanımından kaynaklanan "tatlı" lezzeti dengeleyebilmek için kuru tuzla ovma işlemi uygulanır. Bundan sonra sıcaklık ve nem miktarlarının sürekli gözetim altında tutulduğu serin mahzenlerde -en az 4 hafta olmak üzere- olgunlaşmaya bırakılır. En az bir yıl olgunlaşması beklendiğinde "Brie Noir" olarak adlandırılan diğerlerinden daha koyu renkli ve tadı dokusu daha keskin aromalı olan peynir elde edilir. Olgunlaşma sürecinde Brie'ye tadını veren ve kabuk oluşumunu sağlayan küfler-penicilum candidum veya penicilium camamberti enjekte edilir; dışında beyaz bir küflü kabuk oluşmaya başlar; iç kısmındaki kremsi kısım da fildişi rengi-açık saman rengine dönüşür.


Bu işlemlerin son derece özenle ve etraflıca tasarlanmış binalarda yapılması zorunluluğu, ekonomik olarak yüksek bir faturanın ortaya çıkmasına sebep olmakta... Çok fazla zaman ve para gerektiren bu yatırım, peynir üreticileri için de bir miktar caydırıcı olmakta... Kimi ülkelerin uyguladıkları bazı kısıtlamalar sebebiyle -çiğ süt kullanımının yasaklanması gibi- orijinal Brie Peyniri tüketmek isteyen kimi tüketiciler online satış yapan şirketlerden peynir alış verişlerini yapmakta... Brie'nin servis önerisi; birçok peynirde olduğu gibi oda sıcaklığında servis edilmesi şeklinde... Etle birlikte servis edilebileceği gibi çeşitli sebze -mantar, kuşkonmaz gibi-, meyvelerle -armut, incir, üzüm, ceviz gibi- ve soslarla da servis edilebilmektedir. Yinelenen bir uyarı dış yüzeyi ile fildişi renkli iç kısmının birlikte yenilmesi... Krakerler ve ekmek ise tüm peynirlerde olduğu gibi her daim önerilmekte...


Blue d'auvergne, ismini üretildiği Auvergne'den alan fildişi-beyaz renkli fon üzerinde mavimsi-gri damarlı bir Fransız peyniri... Metinlerde mavi peynirlerin kazara oluştuğuna dair yaygın bir söylence var. Bu söylenceye göre, bir çoban, azığı olan peynir ve çavdar ekmeğini dinlenmek için girdiği mağarada unutur; karnı acıktığında unuttuğu azığını hatırlar ve mağaraya geri döner. Mağaraya ulaştığında peynirinin küflendiğini ve farklı bir şekilde kokmaya başladığını görerek üzülür; ama karnı açtır ve yemek zorundadır. Ağzına attığı ilk lokmada peynirdeki küfün ona farklı bir tad kattığının ayırdına varır; işte birçok mavi damarlı peynire kokusunu vermekten sorumlu (!) "brevibacterium linens"in mağarada işlevini görmeye başladığını gösteren bir işarettir bu... Ne dereceye kadar doğrudur bilinmez ama mavi peynirin hikayesi böyle anlatılır. Menşei ise inek sütü... İmal edildikten sonra ortalama 4 hafta ısı kontrollü nemli ve serin mahzenlerde olgunlaşmaya bırakılır. Keskin bir tadı ve bariz bir kokusu vardır. Diğer mavi peynirlere göre daha nemli, daha yağlı, daha kremsi ve daha az tuzludur. Daha ziyade salata soslarında ve makarnalarda kullanılmakla birlikte iyi bir aperatiftir de...


Bilinen en eski mavi damarlı peynir olan Gorgonzola ve Roquefort peynirleri de bu sınıfa girmektedir. Dış yüzeyi henüz beyazken henüz olgunlaşmadığına kanaat getirilir; zaten bu durumda tadı yavan olur. Olgunlaştığında ise üzerinde açık kahverengi çizgiler oluşacak; tadı ise daha kompleks, keskin, mantarımsı ve kremsi olacaktır. Şayet olgunlaşma süreci tamamlanmadan kesilirse olgunlaşmasını tamamlayamaz; bu nedenle olgunlaşma sürecini tamamlamadan kesinlikle müdahale edilmemelidir. Eğer hafifçe amonyak kokusu olursa ambalajını çıkarıp; peynire soluk aldırmanız gerekir. Aşırı derecede kokuyorsa bu durumda süresi geçmiş demektir; tüketmemelisiniz.


Bu sunumda yer alan bir diğer peynir de Picandou. Keçi sütünden yapılan taze bir peynir çeşidi... Menşei, Bourgogne bölgesi... Peynirlerin içinde en ufak boyutlu olanı... Sadece 40 gram ağırlığında; beyaz, yumuşak ve kremsi... Tadı hafif fakat aromatik... Hafifçe eritilip, rengi kahverengiye döndüğünde tüm aroması açığa çıkıyor. Boursault -le montagnard- iç kısmı akıcı, dış yüzeyi ise turuncumsu- beyaz olan ve benim bu sunumda en çok beğendiklerim arasında olan bir peynir; aroması ve rengiyle farklı...


Tete de moine ise, yüzyıllardır keşişler tarafından üretilmekte olan bir İsviçre peyniridir. Bilinen bir diğer ismi de "Monk's head"; keşiş başı... İsviçre Alplerinin yakınındaki Bellelay kasabasında tam yağlı, pastörize edilmemiş inek sütünden imal edilmektedir. Tadının isviçre'de üretilen diğer tüm peynirlerinden daha yoğun olduğu ifade edilir; Gruyere ve Emmantel gibi... Tete de moine'nin gerçek aroması girollede yapılan kesim ile açığa çıkar. Girolle; düz bir zemin üzerine yerleştirilen peynir kalıbının en üstünden -elle döndürülerek hareket ettirilen -bir milin etrafında dönebilen kesici bıçak yardımıyla çok ince bir katmanın kazınması esasına dayanır. Sonuçta -hem lezzetli hem de hoş görünümlü- çiçek formuna yakın, incecik bir peynir katmanı elde edilir; bu aynı zamanda peynirin lezzetinin en yoğun hissedilebildiği sunum şeklidir de...

10 Ağustos 2010 Salı

Batı Ekspresi


Esen rüzgar, bizi bu sefer Avrupa'nın batısına doğru savurdu. Lyon'da başlayan yolculuğumuz sınırlar aşarak devam etti. İlk günlerde sıcak, güneşli günler yaşadıktan sonra serin hava dalgasının tüm Avrupa'ya yayılmasıyla biz de kah ürperdik, kah üşüdük. Temmuz'un son haftasından itibaren ise epeyce serin-yağışlı günler yaşadık. İstanbul ile yaptığımız görüşmelerde hep o serin havanın kıymetini bilmemiz önerildi; biz de öyle yaptık ve tüm önlemlerimizi alıp kendimizi tüm hava koşullarına rağmen her daim dışarı attık. Fotoğraflar o günlerin yansıması...


Kimi gün yağmura yakalansak da çok keyifli günler geçirdik. Bu gezimizde bize mihmandarlık eden çok eski dostlarımızın varlığı bizim için bulunmaz bir nimetti. Ki kendileri bir önceki kuşaktan beri yurtdışında eğitim gören ve oradaki kültürel verileri çok iyi değerlendiren bir aile olmaları dolayısıyla bize inceliklerle örülü bir gezi programı oluşturarak gezimizin son derece renkli geçmesine büyük katkıda bulundular...


Serap ve ailesi; annesi Güven Hanım ve eşi Gencer Bey sıra dışı konukseverlikleriyle bizi son derece keyifle ağırladılar. Gezi programımızı oluştururken de Güven Hanım'ın ilk gençlik yıllarından beri Münih'te yaşaması ve kültür hayatının izlerini çok iyi takip eden bir kimse olması bizim gezimizi inanılmaz güzelleştirdi.


Gezimizde birçok kez trenle veya arabayla sınır ötelerine geçip, bize eşlik eden güzel mihmandarlarımızın önerileriyle, görülmeye değer yerleri keşfetmeye çalıştık. Kimi zaman saray bahçesinin ardında yer alıp, kilometrelerce devam eden korunun içinde yürürken aniden karşımıza çıkıveren nehrin üzerindeki tarihi sütunlu köprü nefesimizi keserken; kimi zaman nehirde süzülerek yüzen bir kuğu, zerafeti ile aklımızı başımızdan aldı.


Yine korudaki yürüyüşümüz sırasında önümüzde beliriveren küçük av köşkü inceliklerle örülmüş bezemeleriyle bizi mestetti. Bavyera Prensi'nin eşi Amalia için 1734'te inşa edilen Amalienburg köşkü, Fransız sanatçılar tarafından Rokoko üslubunda bezemelerle süslenmiş.


Görece sade bir dış cepheye sahip av köşkü, dört bir yanını çevreleyen Fransız kapıları ve iç mekanda kullanılan devasa aynaların etkisiyle ışıl ışıl bir mekan haline gelmiş.


Rokoko tarzının en iyi örneği kabul edilen bu yapının güzelliği bizi gerçekten çok etkiledi. Akşam saatlerinde çıktığımız yürüyüş sırasında karşımıza çıkıveren av köşkünü keyifle gezdik; gerçekten görülmeye değer bir yapı...


Av köşkünden çıkıp yürüyüşümüze devam ederken nehrin kıyısında bu kez yine bizi şaşırtan bir yapı ile karşılaştık: Bu yapı, Nymphenburg Sarayı için inşa edilen vaftiz sunağı imiş. Sunağın silüetinin düştüğü sulara, kuğunun silüetinin karışmasına tanık olmak güzeldi. Kuğuyu birçok kez daha, çok farklı mekanlarda görme imkanı bulduk.


Gezimiz sırasında kaç kez trene atlayıp sınır ötelerine gidip geldik bilinmez... Trenin seyri sırasında sağa sola koşuşturan tavşan ve ceylanları görmek çocuklar için olduğu kadar bizim için de inanılmaz bir coşku kaynağı oldu. Yine bir gezimizde, Füssen'e gitmeyi kararlaştırdık. Füssen "Alplerin Kapısı" olarak tanımlanan; Avusturya sınırına yakın bir yerleşim birimi. Trende yerimizi alıp Bavyera kırsalına açıldığımızda yeşilin binbir tonunu yansıtan çayırlara, ağaçlara ve kırmızı derin çatılı evlere bakarken; Alpler'in tertemiz havası ve berrak gökyüzündeki inanılmaz pamuksu bulutlar dikkat çekiyordu...


Füssen, ünlü Romantik Yol'un en güneyinde yer alan; Orta Çağ esintileri taşıyan şirin bir kasaba... Füssen'e gitmeyi planlamamızın en büyük sebebi, önceden fotoğraflarını görüp hayran olduğumuz Neuschwanstein Şatosu...

Şato, Füssen'in merkezine yaklaşık 4 km uzaklıkta. Otobüslerle yapılan 10 dakikalık bir yolculuğun ardından Hohenschwangau köyüne ulaşıyorsunuz. Burada şatoya giriş için biletinizi alıp rezervasyon yaptırıyorsunuz. Bizse; 15.00'da varmamıza rağmen, ancak en son seans olan 18.30'a alabildik randevumuzu...


Rezervasyonunuzu yaptırdıktan sonra Alp Gölü etrafında ufak bir tur atıp dilerseniz yürüyerek, dilerseniz otobüsle devam edebiliyorsunuz yola. Konforlu ve nostaljik bir yolculuk yapmak isterseniz, faytonla da çıkabiliyorsunuz Neuschwanstein Şatosu'na.


Neuschwanstein Şatosu, özellikle dış cephesi itibariyle insana bir peri masalındaymış hissi yaşatan eşsiz mekanlardan biri... Dünya Mirası Listesi'ne kayıtlı bu şato, Alp Dağları'na sırtını yaslamış durumda ve silüetiyle ünlü Disneyland'a da esin kaynağı olmuş.

Şatonun tüm ihtişamıyla görüntülenebildiği yer işte şu köprüsünün üstü... Köprü, metrelerce yükseklikteki konumunda fotoğraf çekenlere, salınımlara eşlik etmede... Aralıklı tahtaların arasından altından çağlayarak akan nehri de görebilmenize olanak sağlıyor. Kimi konukların bu yükseklik ve esneme sebebiyle olsa gerek köprüye çıkmaktan sakındıklarını gördük; bu sebepten, yalnızca, keyifle fotoğraf çekenleri izlemekle yetindiler. Ama şatonun manzarasının bu noktadan inanılmaz derecede çekici olduğunu da ekleyelim.


Kral II. Ludwig, besteci Wagner'in onuruna yaptırmış bu şatoyu. Ama çok genç yaştaki ölümü nedeniyle II. Ludwig, çok uzun süre hüküm sürememiş bu şatoda; bundan dolayı Wagner'in, onuruna yaptırılan salonda konser vermesi de mümkün olmamış.

Şatoda kuğu motifinin birçok yerde kullanıldığına tanık oldum: kapı kollarında, duvarlarda ve tavanlarda süs unsuru olarak; kuğu formunda saksı olarak -son derece görkemliydi-, koltukların kolçaklarında, musluk olarak...

Yaklaşık yarım saat süren şato gezisinden çıkıp Füssen'e inmek için hızla hareket etmemize rağmen 4-5 dakika fark ile trenimizi kaçırdık. Neyse ki gruptaki tüm elemanlar bundan bile mutluluk çıkarmaya hazırdı; batan güneşin ardından istasyonda, trenin akşamın kızılını yansıtan renginde soluklanıp; ardından aheste bir şekilde Füssen sokaklarının keşfi...


Dinlenmek üzere mola verdiğimiz parkta; kızı ve torunlarıyla birlikte rastladığımız hanımefendi bizi "merhaba "diyerek karşılayınca epey bir şaşırdık. 39 yıl önce, aslen Safranbolulu olan ailesi Füssen'in havasını, iklimini, coğrafyasını Safranbolu'ya benzettikleri için ailesinin burada yaşamaya karar verdiğini; bu seçimden dolayı da son derece memnun olduklarını söyledi. "İstanbul'da yaşayamazdık biz; çok yoğun ve yorucu bir şehir. Burası bizim Karadeniz'e benziyor; yeşil, sessiz, sakin... Hem çocuklarımız gecenin 12'sine kadar korkusuzca dolaşabiliyorlar kentin sokaklarında..." derken şehirde yüksek eğitim imkanın da olduğunu; 2 yüksek okulun mevcut olduğunu ekledi. Vedalaşıp ayrıldıktan sonra bir şeyler yemek üzere kentin merkezine doğru ilerledik. Kimimiz İtalyan dondurması yerken; kimimizin payına da kavunlu dondurma ilave edilmiş özel yapım cappucino düştü!


Sadece tarihi mekanlara gezilerle sınırlı değildi elbet seferlerimiz... Kimi gün de elimizde fotoğraf makinemiz; bizim coğrafyamızda da boy gösteren çiçeklerin peşine düştük. Renkler zaten her daim çekiyor kendine.




Strasbourg'a giderken; Konstanz civarında rastladığımız bu çiçekçiden ufak bir demet çiçek aldık. Kırlardan o an toparlanmış tohumlu bir bitki idi; tek bir güle eşlik eden... Çiçekçi, seçimimi onaylayıp önümüzdeki güz, tohumları ekersem çiçekleri bahçemde de görebileceğimin müjdesini verdi. Bakalım bizim coğrafyamızda yaşamını devam ettirebilecek mi bu tohumlu bitki...


Bir diğer gezimiz de Salzburg'a oldu. Salzburg, büyükler için olduğu kadar çocuklar için de keyifli mekanlardan...


Hellbrunn'daki yazlık sarayın bahçesinde yer alan su oyunları ve mekanik tiyatro son derecede enteresandı. Su oyunları bölümünde, umulmadık yerlere gizlenmiş aniden üzerimize fışkıran sular, bizleri o sıcak günde epey serinletti. Bu, ziyaretin en keyifli kısmıydı. Mekanik Tiyatro bölümüne gelindiğinde ise- sistem çalıştırıldığında- suyun itici gücü ile sahne içinde hareket etmeye başlayan figürler şaşırtıcı,dinamik bir görsel şölen sunuyor.. Mekanik tiyatro ve su oyunları merkezi, Avrupa'nın en seçkin örneklerinden biri olarak kabul ediliyor.


Mozart'ın doğduğu ve birçok eserini verdiği kent olan Salzburg'da ise, orjinallikleriyle karşımıza ince bir zevki yansıtan çok sayıda kapı çıktı. Her biri birbirinden albenili; üzerinde yılların izini taşıyan...




Salzburg'un en işlek caddelerinden birindeki bu kapının üzerindeki şu yazıda da; bu evde yaşayanların ve sokaktan geçenlerin korunmasını talep eden bir ibare yer alıyor...


Bu binanın dış cephesinde göze çarpan -belki yüzlerce yıl önce resmedilmiş- iplikten kumaşa geçişin izlerini yansıtan freskler ise, yapıya son derece canlı bir kimlik vermiş. Geçmişte belki bir kumaş tüccarına ait olan bu yapı, bugün de asli amacına uygun bir işlev görerek bir modaevine dönüşmüş. Bezemeler de, hala canlılığını koruyarak adeta bir dönemi belgeleyen sanat eseri hükmünde...


Salzburg'da hemen gözümüze çarpan turistlerin ulaşımında kullanılan faytonlardı. Son derece bakımlı, temizlerdi. Atlardan arta kalanların hemen harekete geçen motorlu araçlarla süpürülüp temizlenmesi; atların çevreyeye vermesi muhtemel rahatsızlığı anında bertaraf ediyor.


Salzburg'a gelindiğinde hemen göze çarpan unsurlardan biri de, hiç kuşkusuz kentin ayrılmaz parçası olan bir zamanların "dükkan"ı, bugünün "mağaza"larının girişinde asılı duran tabelalar... Bu tabelalar, her esnafın ürettiği ürünü gösterir bir simge olarak tasarlanıp uygulanagelmiş yıllarca... Esnafın ürettiği mal, verdiği hizmet ne ise; onu temsil eder bir obje ile temsil edilip gösterilmiş. Şimdi, çoğu ünlü markalara işaret ediyor...


Gittiğimiz her yerde gözüm her daim peynirleri aradı. Çok çeşitli peynirleri birarada görme ve tatma şansımız oldu. Peynir türlerinin çeşitliliği büyük zenginlikti...




Sadece Fransız peynirleri değil; İtalyan, Alman, hatta İspanyol peynirlerini birarada görmek ve satıcılardan peynirlerin özelliklerine dair bilgi almak son derece faydalı oldu.


Hektarlarca açık alan üzerine kurulu HellabrunnTierpark -Hayvanat Bahçesi- gezisi özellikle çocuklar için son derece keyifli oldu. İsar Nehri'nin kıyısında yer alan Tierpark'ta hayvanlar son derece doğal ortamlarında hayatlarını sürdürürken; onları gözleme şansınız oluyor. Üstelik bu hayvanların hayatını zorlaştırıp; onları sıkıntıya sokan dar bir mekanda bulunmaları pahasına olmuyor. Onlar günlük yaşamlarını sürdürürken bir anlamda hayatlarına konuk oluyorsunuz.


Ağacın üzerinde serilip yatan -nasıl başardıklarına hayret etmemek mümkün değil- kızıl pandaların keyfine diyecek yoktu... Ağacın dallarıyla -neredeyse- bütünleşmiş halleri görülmeye değerdi.


Bir başka günün programı ise; yaban mersini tarlasına gidip meyveleri dalından koparıp sepetlerimizi yaban mersinleriyle doldurmak olarak belirlenmişti. Öğlen sıcağında tarlada olmanın hiç de kolay olmadığını söyleyebilirim. Ama yaban mersininin olgunlaşırken girdiği bir kaç tonu bir arada ve dalında görmek son derece güzeldi. En olgunlarından ziyede, eflatunumsu bir ton taşıyan; tadı biraz daha ekşi olan yarı olmuş yaban mersinleri -heidelbeere- benim favorimdi. Tarlanın kuralları gereği toparladığınız meyvelerden istediğiniz kadar yiyerek topladığınız diğerleri için de kişi başı en az yarım kilo kadar meyve toplamış olmanız bekleniyor sizden; ardından topladıklarınız tartılıyor ve karşılığını ödeyerek çıkıyorsunuz tarladan...


Çiçekleri sabit pazardaki çiçekçilerde bol bol görme şansımız olduğu gibi, botanik bahçesine giderek; farklı coğrafyalara ait birbirinden oldukça farklı bitkilerin, farklı türde çiçeklerin nem ve ısı dereceleri ayarlanarak; birbirlerinden camekanlarla ayrılmış olan bölümlerde yetiştirildiğini görme şansımız da oldu. Nymphenburg Sarayı'nın bahçesinin bitiminden itibaren başlayan botanik bahçesi, 22 bin hektar alana yayılmaktaymış. Tropik orman bitkileri, sukulentler oldukça egzotik bitkilerdi. Botanik bahçesi sınırları içinde, nilüferlerin yüzdüğü bir de gölet mevcuttu.


Çocuklarımızın da iki günlüğüne katıldığı bir etkinlikten bahsetmek istiyordum. Münih Belediyesi tarafından finanse edilen bu çalışmada çocuklar;fuar alanı benzeri geniş bir alanda, reel hayatın örneği bir programı sürdürüp kendi kararlarını vererek;çalışıp-"MiMü"olarak adlandırılan- para kazanıp,bunu diledikleri gibi tasarruf ederek karar verme,insiyatif kullanma becerilerini,herşeyden önemlisi "çalışma"becerilerini geliştiriyorlar. Ancak bu etkinliğin ayrıntıları ve benzeri bir etkinliğin Türkiye'de uygulanılabilirliği üzerinden bir yazı sanırım bir başka yazının konusu olabilecek denli uzun olacak. Etkinlik alanından bir fotoğraf, konu ile ilgili belki bir fikir verebilir.