6 Temmuz 2010 Salı

Sultan Murat Yaylası'ndan Bir Esinti

Trabzon'un Sultan Murat Yaylası'na bağlı Eğrisu Yaylası'nda bir arkadaşımın ailesine ait yayla evine gitmek üzere bir davet aldığımda hiç tereddütsüz kabul ettim.
Yaylaya çıkarken rastladığımız bu çeşmeden buz gibi bir yudum su içmekle başladı bu serüven... Ardından nice güzellikler geldi ardı sıra... Ayşe'nin annesi Şükrüye Hanım Teyze kalmamız için gerekli konforu başlangıçtan itibaren tesis etmişti zaten. Zaman kaybetmeden yayla yollarına çıkabilmemiz için tüm ayrıntıları düşünmüş; buzdolabını -yakınlarından rica ederek- çeşit çeşit yöresel yemeklerle donatmıştı. Adeta gezide her şeyin yolunda gideceğinin ilk işaretlerini almıştık.

Zaman kaybetmeden ilk keşif gezimize çıktık; yaylada tanıştığımız ilk insan, çayırda buzağısını otlatırken bir yandan da komşusuyla sohbet eden yaşlı bir teyzeydi. Nasıl olduğunu, ne zaman geldiğini anlayamadan yavaş yavaş etrafımızı sarmaya başlayan bir duman, masalsı bir hava kattı ana ve ardından yavaşça çekilip gitti.

Bu yaylanın dumanıyla ilk yüzyüze gelişimizdi; sarsılıp etkilendiğimiz doğa üstü; adeta masalsı bir an... Biz o masalsı havadan sıyrılıp teyzeyle vedalaşırken; elleriyle bakıp büyüttüğü kıvırcık salata ve taze soğanlarını da ellerimize tutuşturmuştu çoktan... Bizler binbir zorlukla yetiştirdiği ürünleri almamak için ısrar ederken o "Siz istemediniz ki ben kendi rızamla veriyorum" diyerek gezimize bir incelik daha kattı.

Eve dönüp yemek hazırlığına başladığımızda; kapı önünde, gülen, aydınlık çehresiyle beliriveren Şerife Hanım; elinde, henüz sağdığı süt güğümünü ve dün akşamdan mayaladığını söylediği yoğurt bakracını tutuyordu. Bir gün öncesinden İstanbul'dan arayan Şükriye Hanım Teyze'nin, bizim için süt ve yoğurt sipariş ettiğini söyledi. Peynir yapıp yapmadığını; eğer yapıyorsa kendisinden bilgi alıp alamayacağımızı sorduk. Bugünlerde yoğun olarak süt taleplerine cevap verdiğinden peynir yapmadığını; ama geçen sene yayladan "inimde", peynir yapıp salamuraya bastığını; bu "çıkımda" da o peyniri tüketmeye başladıklarını ve istersek bize yeni yaptığı, yöreye özgü Minzi Peyniri'ni verebileceğini söyledi. Şerife Hanım'a teşekkür edip uğurladık; ertesi gün ziyaretine gitmek üzere sözleştik.


Ertesi gün erken saatte gittiğimizde, Şerife Hanım'ın kapısı kapalıydı. Kapıyı vurmama rağmen ses çıkmıyordu. Ben kapıyı bir kez daha çalmamız gerektiğini, bizi duymamış olabileceğini söylerken; arkadaşım, yaylada kapıların üzerinde anahtar yoksa bunun evin sahibinin evde olmadığını gösterdiğini; evdeyse anahtarın ya kapının üzerinde olduğunu ya da kapının açık olduğunu söyledi. Bizim tamamiyle unuttuğumuz Anadolu'ya özgü bu incelik, bize yöre insanlarının birbirlerine olan güvenlerinin ne denli güçlü olduğunu gösteriyordu.

*Fotoğrafa tıklayıp büyütürseniz görünmeyen detayları daha net görebilirsiniz:)

Yaylanın esintisini yüzümüzde duyumsamak için kendimizi yine kabana attığımız günlerden birinde; çayırlarda biten binbir çeşit renk ve kokuya sahip çiçeğin hangi birini koklayıp hangi birini fotoğraflayacağımızı şaşırmıştık.

Bu arada da, eski takvimlerde; Haziran'ın ilk yarısında başlayıp Temmuz'un ilk yarısını da içine alan dönemin "Kiraz Ayı"; Temmuz'un ikinci yarısıyla Ağustos'un ilk yarısının ise "Çürük Ayı " olarak adlandırıldığını öğrendik. Bizim de içinde bulunduğumuz Kiraz Ayı döneminde; doğa, yemyeşil, taptaze ve adeta baharı yeniden yaşıyor iken; ardından gelen Çürük Ayı olarak adlandırılan dönem, her şeyin usul usul bozulup kurumaya başladığı dönem olarak bilinmekteymiş. Arkadaşım daha önce Çürük Ayı'nda yaylada bulunmuş biri olarak; diğer döneme nazaran Kiraz Ayı olarak adlandırılan bu dönemde yaylada bulunmamızdan daha fazla memnundu.

Hava zaman zaman dumanlıydı; zaman zaman çise düştü; zaman zaman soğuk esti, zaman zaman da güneş yaktı; ama her daim keyifliydi. Yazın ortasında tatlı bir ürperme ile hırka giyme arzusu duymak muhteşemdi. Bundan sonraki dönemde "çayır kaldırılıp"; kış için kurutulup deste yapılarak bundan " horom"yapılırmış; Karadeniz Bölgesi'nin yöresel dansı olan "horon" da adını buradan almış.

Gitmeden önce; yaylaya çıkıldığında yaşanabilecek sağlık problemleri hakkında bir miktar bilgi sahibi olmuştum gerçi; ama problem yaşanabileceği nedense hiç aklına gelmiyor insanın... Bir süre sonra, gruptaki arkadaşlarımızdan biri nefes darlığı ve sindirim problemleri çekmeye başladı. Neyse ki hastalanan bu arkadaşın doktor olması; kendi kendine yatak istirahati ve sade bir beslenme diyeti uygulamasıyla hızla iyileşti. "Beni yaylanın güzelliği kadar, 2300 metre rakım da çarptı" deyip durdu gezi boyunca.

Ogene'nin eteklerine doğru çıktığımız bir gezi sırasında; kuş gözleme sevdasına düştüğümüz bir anda, karşımıza aniden çıkıveren oğluğunu -önlüğünü- beline takmış Kutsungalı Teyze, kameramıza keyifle poz vermekle kalmadı; fotoğraf makinemizi eline alıp hayatında belki ilk kez fotoğraf çekti; bundan büyük bir keyif aldığı her halinden belliydi. Yalnız bir ara fotoğraf makinesini oynatıp ekrana düşen görüntüyü kaybedince "Ha nereye gittu bunlar?" deyişiyle kahkahayı koyvermesi bir oldu. Son derece özgüvenli, kendiyle barışık bir insan olan Kustungalı Teyze'den ayrılırken ardımızdan "Geçen sene gelen turistler fotoğrafımı postayla gönderdiler; ona göre" diye sesleniyordu.

Eskiden ilkbaharda yaylaya çıkmadan önce mezirelere -köyaltı geçici yerleşim merkezlerine- yerleşilir; küçük tarlalara kara lahana, fasulye ve patates dikilir; yayladan inişte, Sonbahar'da, önce mezirelere inilir; ürünler toplanır; böylelikle ekonomik kaynakların en verimli şekilde kullanılması planlanırmış. Çıkışta ve inişte mezire, insanlar için olduğu kadar, hayvanlar için de yayla iklimine alışmanın bir basamağı olarak, son derece önemli bir işlev görürmüş. Ama bugünlerde çoğu aile, doğrudan yaylaya çıkıyormuş. Erken gelenler veya yayladan geç inenler, evlerin bile üzerini örtecek denli çok karın varlığına tanık olmuşlar. "Birinci veya ikinci kar neyse de, üçüncü karda daha fazla durulmaz buralarda" diyor, yöreyi yakından tanıyan, arkadaşımın kuzeni Ahmet Muhtar Bey...

Yaylada kaldığımız süre boyunca yakın yerleşim bölgelerine gitme şansımız da oldu.Bunlardan biri de arkadaşımın dedesine ait, geçmişi en azından yüz yıl öncesine dayanan, şu an kullanılmayan ev... Ayrıntıları bugün bile benzerlerini aşacak denli zarif...

Ertesi gün, kahvaltımızı edip kendimizi yine yayla yollarına vurduğumuz sabah saatlerinde,"kıran"ı aşıp bize doğru gelen karaltıya dikkatle baktığımızda, bunun Şerife Hanım olduğunu gördük.

Yanına gittiğimizde, sabah hayvanlarını çayıra götürüp onları bırakıp geleceği sırada, hayvanların otlamayı kesip onun ardı sıra geldiklerini; bu yüzden onların yanında durmaya karar verdiğini ; boş durmamak için de otları kerendi -tırpan- ile kesip balya yaparak eve getirdiğini söyledi. Artık epeyce otladıklarını bundan sonra gelseler de zarar etmeyeceğini; evdeki işlerini yapmak üzere döndüğünü söyleyip; bizi ertesi günü için sabah kahvaltısına davet etti. Onu işinden etmemek için teklifini geri çevirmek istesek de; teklifini yineleyip ısrar edince davetini kabul ettik.

Ertesi günü Şerife Hanım'ın kapısını çaldığımızda; bizi her zamanki gibi sıradışı enerjisi ve güler yüzüyle karşıladı. Camın önündeki peykeye geçip oturduk.Tüm yayla evlerinde olduğu gibi; kuzinenin üzerinden hiç eksik olmayan kafeka -küçük güğüm- odun ateşinin buğusunda kaynıyordu. Şerife Hanım, elindeki mayalı hamurunu ateşe atıp yanımıza geldi. Son derece özenle hazırlanmış bu sofrada; kendisinin geçen sene "yayladan inimde yapıp bırakır; çıkımda bulurum"diye ifade ettiği peynir ile bu sene yaptığı yöreye özgü kimi zaman "memleket peyniri", kimi zaman da "yayla peyniri" olarak isimlendirilen; yağı alınmış sütle yapılan"minci"/"minzi" peyniri de sofrada yerini almıştı.

Bundan başka Karadeniz mutfağının olmazsa olmazı kuymak, yayla havasında otlayan hayvanların sütünde taşıdığı binbir rayihadan olsa gerek, olağanüstü bir lezzete sahipti.

İstanbul'da göremediğimiz kadar farklı çeşitte kuş görüp; inanılmaz seslerine tanık olduk yaylada... Arkadaşıma gitmeden önce ne tür kuşlar olduğunu sorduğumda "Pek fazla kuş olmaz yaylada"demişti. Bir süre kuşların sesine birlikte kulak vermeye başladıktan sonra, "İnsanın farkındalığı artıyor galiba... Artık ne kadar çok kuş sesi duyuyorum; hayret!.." demeye başladı. Özellikle sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, inanılmaz bir senfoni kaplıyordu gökyüzünü... Sonra bir süre dinginlik dönemi geliyordu ardından ve tekrar cıvıltılar...

Günler son derece yoğun geçerken, akşamları yattığımız uykudan tazelenerek uyanıyorduk adeta... Uykular nasıl da dinlendirirmiş insanı; unutmuşuz... Erken saatlerde, öncelikle havayı gözeterek nasıl bir programın uygun olacağına karar veriyorduk. Doğayla hiç zıtlaşmadan yaptık programlarımızı... Onun sesine kulak verdik ve en güzel, en uygun programlar gerçekleşti hep...

Peynir yapımıyla ilgili Şerife Hanım'a sorduğumuz sorulara aldığımız cevaplardan; peynir yapmak için; bir kazan kaynar sütü, yarım kazan mayaladığı yoğurtla karıştırdığını; sütün yoğurdun etkisiyle bir süre sonra kesilmeye başladığını; bir süre dinlenen bu karışımı daha sonra temiz bir tülbent ile süzerek yassı bir taşın altına koyduğunu; bir süre sonunda elde edilen peyniri keserek tüketmeye başladıklarını öğreniyoruz. Kaynamış süt kullandığı için bu tür peynirde salamuraya ihtiyaç olmadığını ama çiğ süt ile yaptığı peyniri mutlaka salamuraya yatırdığını da ekliyor Şerife Hanım.

Şerife Hanım,sütten kaymak elde etmek için sütü "makineye vurduğunu"; bir taraftan kaymağı alırken, diğer yandan da yağı alınmış sütün ayrıldığını söylüyor. "Kimi kaymağı pişirir" diyor ve lezzetinin çok da farklı olmadığını söylüyor. Minci de yağı alınmış sütle yapılıyormuş. Şerife Hanım'ın söylediğine göre, minci; çökelek ve kurç adı verilen peynirlerin karışımından oluşuyormuş.

Kurç elde etmek içinse, bir süre kilerde bekletilerek; kendinden maya tutan süte, bir o kadar süt ilave ederek; ateşte 1-2 kez karıştırarak kesilmesini beklediğini; zaten kurcun üste çıktığını söylüyor Şerife Hanım. Torbaya koyduğu kurcu, taşın altına koyup suyunun süzülmesini bekliyor. Ardından kurcu bıçakla kesip; çökelekle karıştırarak minciyi elde ediyor. Çökeleği de, sütün kaymağını alıp; yayığa koyup yaydıktan sonra, arta kalan ayranı sobanın üzerinde kaynattığını ve ardından da torbaya döküp suyunu süzdüğünü söylüyor. Sonrasında bıçakla kestiği kurca katıyor ve minci hazır oluyor.

Emekli bir öğretmen olan eşi ile birlikte çocuklarını okutup evlendirdiklerini; her birinin de birer meslek sahibi olduğunu öğreniyoruz. Yaptığı işin bilincinde; son derece çalışkan, becerikli bir insan Şerife Hanım... Yaptığı işlerin tümünü önemsiyor, seviyor ve her bir aşamasını keyifle yapıyor.

Hayvanları da son derece bakımlı ve sevimliler. Şerife Hanım'a hayvanlarının isimlerini sorduğumuzda; isimlerinin Altın Kız, Yıldız ve Güldal olduğunu öğreniyoruz. "Güldal kızkardeşimin ismi" diye de ekliyor. Hayvanları onun için candan öte can... Öylesine değer verip benimsiyor onları...

"Bazıları saman verir hayvanına; sütü yavan olur" diyor. O mısır unu, arpa, tuz ve kepeğe kara lahana ekleyip veriyor. "Yaylanın yüz çeşit otuyla otlayan hayvanın sütü tabii lezzetli olur" diye de ekliyor. Şerife Hanım, yaylaya çıkarken hayvanını satın alıp geldiğini; sütünü, yoğurdunu, peynirini yapıp sattığını ve elde ettiği bu gelirden başka, inimde hayvanını yine iyi bir karşılıkla sattığını; yayla döneminin onun için son derece bereketli geçtiğini söylüyor gururla...

Artık yayladan ayrılmak zamanı gelip çatmıştı. Yaylaya "çıkım"ımızdan önce, bizi Trabzon'da karşılayarak ağırlayan ve" inim"imizi gerçekleştirmemiz sırasında yine işini bir yana bırakıp; 2 şirin kızıyla yaylaya gelip bizi alıp; rahat etmemiz için kelimenin tam anlamıyla çırpınan Ayşe Hanım; bizi eller üzerinde tuttu eksik olmasın!

Yaylanın yüreğinin atışlarına kulak vermeye çalıştık orada kaldığımız süre boyunca... Yazılanlar, sadece bizim duyabildiklerimizdi... Bir başka sefer duyumsayabildiklerimizin artmasını dileyerek İstanbul'a doğru seferimize koyulduk. Masal "bu seferlik" buraya kadardı...